Dış Kapının Mandalı
Öncelikle biraz kendimden bahsedeyim. Safranbolu’da 221 yıllık demirci ustasıyım. Yaşım 51 fakat mesleğim 221 yıllık. Bölgemizde tarım alanlarının fazla olmaması sebebiyle eskiden bağ bahçe işlerinde kullanılan kazma, balta, tırmık gibi tarım aletlerine rağbet azalınca, doğalgazın da gelmesiyle sobacılık mesleğinin sona ermesinden sonra çilingirlik mesleğine başladım.
Dış Kapının Mandalı
Yolun bizi nereye götürdüğünü elbette biliyoruz. Nereden geçeceğimizi, nerede konaklayacağımızı, nerelere uğrayacağımız kabataslak belli. Peki, yol gerçekten sadece buralar mıdır? Kiminle ne şekilde, nasıl birbirimize dokunacağımızdan da haberimiz var mı? Yol tarifleri her zaman umduğumuz ve bulduğumuz gibi mi? Ben kendimce bin bir türlü gidişlere inandım. Yolun nereye çıkacağından çok yeni karşılaşmaları hayal ettim. Kime doğru gidiyordum? Gözlerimin içinden hangi kederler, hüzünler, acılar, mutluluklar, heyecanlar, hangi renkli çiçekler ve hangi farklı yüzler geçecek diyordum.
Bervaniğimi önüme serip içine neler doldurdum bir bilseniz. Heyecanlarım, hayretlerim, meraklarım ve dualarım benimle birlikte her yerdeler şimdi. Rüyalarımda başlattığım yolculuğum, cebime katık olarak kattığım umutlarımla yol bana neler öğretecek düşüncesiyle attım adımlarımı.
Safranbolu’dayız. Yol bizi bu güzel kültür hazinesinin tam ortasına getirdi. Artık karşılaşmalar nasiplerimiz kadardı. Benim, başımı omzuna yasladığım nasibim, güzel kalpli yol arkadaşım Zehra’ydı. Bana katacağı anlamları o güzel yüzüne bakarken bile hissedebiliyordum. Konakladığımız konağın bahçesinde akşamın serinliğinde yorgunluk çaylarımızı yudumlarken hangi aralıkta bana nefes olmuştu, hangi anda bana sakinlik getirmişti hatırlamıyorum. Aklımda sadece onu alıp sokaklara kaçmak geliyordu. Fırsat yakalamak o kadar zordu ki. Dostlarınız vardır, yol arkadaşlarınız vardır tamam ama ben o dakikada sadece onun sakinliğini ve huzurunu istedim.
Hadi diyorum usulca kulağına, gidelim mi? Bizi çağırıyor? ‘Geç kalmayın’ diyor.
“Kim?” diyor başını çevirip sessizce .
-Arnavut kaldırımlar… Taş ve dar sokaklar…
İkimiz taş kaldırımlarda yürürken dilimizden neler dökeceğiz, yetmeyecek çömelip iki küçük sandalyeye oturup bir güzel hikâyeler göndereceğiz evrene. Beraberiz ve karşında ele avuca sığmayan beni nasıl yola getireceksin bilmiyorum diye iç geçirişlerim. Ona olur da bir zarar gelir diye çarpan kalbimi dualarla susturma çabalıyorum.
Sen anlatamadığım duaların sahibi güzel çiçek. Birinin bizi gözetlediğini acaba hissettin mi? Bana emanet canımızı, ardımızı, bilmediğimiz yolun ıstırabını! İki güzel kelimenle dönüşlerimizi ben nasıl anlatırım. Her anımızda ilmek ilmek işlediğin bu orta yollu gülümsemelerinin kalbime nasıl da iyi geldiğini nasıl inandırabilirim. O’nun gözlerindeki kaygıyı ve onun halleriyle adımlarımı hep geri geri attığımı yolları incitmeden geçtiğimizi kime ifade edeyim?
Arnavut kaldırımlarda taş sokaklarda ondan da ufak ufak heyecan sesleri duymak en güzel bir melodi. İşte tarihi bir kapıdayız. Merdivenleri ne hoş. Senin seksekleyerek uçuşun ne güzel. Konak ne kadar ihtişamlı. Pencereler ne kadar da dengeli. Kapının tokmağı elimize değsin istiyoruz. Fotoğraf makinamız arka arkaya bu güzel anları kaydediyor. Taki “Sadece merdivenlerden mi çekeceksiniz buyurun konağımızın içerisini de gezin.” diye bir ses duyup irkilene kadar.
“Hem kahvemiz bile hazır, buyurun eşimle sizi ağırlamak isteriz.” diyen bir amca… Ben benden değil yoldaşıma bir zarar gelmesinden korkuyorum. Nezaketli bir şekilde teşekkür edip hemen oradan ayrılmanın yollarını gözetirken; “Madem içeri gelmeyeceksiniz ben de buradan size kapı tokmakları ile ilgili bir şeyler anlatayım ister misiniz” diyor.
Başımızı evet dercesine sallıyoruz.
İsmim Hüseyin deyip başlıyor anlatmaya. Mevzu uzun sanırım her şeyin çok az bulunduğu fakirlik dönemlerinden bir hikâye ile başlıyor. Hikâye uzun, biz ayakta, kahveler soğudu.
Sanırım hikâye uzun Hüseyin amca biz o kahveyi içsek mi diyorum utanarak. Kapıda eşi bizi karşılıyor, konağı gezdirip misafir odasının kapısını gösteriyor. Hikâyenin sonunu 200 yıllık Hacı Hafız Konağı’nın misafir hanesinde kahvelerimiz eşliğinde dinlemeye devam ediyoruz. Madem buralara kadar geldiniz size bir şey daha anlatacağım diyor. Biz dünden razıyız dinlemeye. Gözümüzü bir pencerelere, bir kapılara, bir örtülere, bir Hüseyin amcaya çevirip nereye düştüğümüzü anlamaya çalışıyoruz. Allah bizi korusun.
Hüseyin amca başlıyor konuşmaya.
-Öncelikle biraz kendimden bahsedeyim. Safranbolu’da 221 yıllık demirci ustasıyım. Yaşım 51 fakat mesleğim 221 yıllık. Bölgemizde tarım alanlarının fazla olmaması sebebiyle eskiden bağ bahçe işlerinde kullanılan kazma, balta, tırmık gibi tarım aletlerine rağbet azalınca, doğalgazın da gelmesiyle sobacılık mesleğinin sona ermesinden sonra çilingirlik mesleğine başladım. Safranbolu dünya miras listesine alındıktan sonra evlerin restorasyon işleri yapılmaya başlandı. Kapı dekorlarına ihtiyaç olacağını düşünüp bu işe gönül verdim. Ustam Hacı Rıza amcamdan kapı göbeği, kapı kulpları, kapı mandalı, kapı sürgüsü, kapı menteşesi ve kabara çivileri gibi evlerin kapılarında ne gibi malzemeler kullanılıyorsa öğrendim. Bu kültürü unutturmamak için büyük çaba sarf ettim.
Hüseyin amca, telefonundan arada bize bir de video açıp gösterdi. ‘Unesco Çilingiri Hüseyin usta ile söyleşi’ Biz birbirimizin gözüne bakıp gülümsüyoruz ve ikimizde içerimizde o an bu sahnenin anlamını kavrama çabamız geçiyor.
Kilidi döverek yapan, anahtarı döverek yapan kişilere “çilingir” denir. Unesco’nun koruma altında olan evlerinin kapı anahtarlarını yaptığım için “Unesco Çilingiri Hüseyin ” adını almış oldum.
Kahvelerimiz bitiyor. Hüseyin amca o tebessüm dolu bizimse hayret dolu ifadelerimiz çarpışıyor.
Siz ikiniz artık benim yeğenlerimsiniz. Madem evimdesiniz bir şey daha anlatayım diyor. Söyleyin bakalım “dış kapının mandalı” ne demek?
Biz öğrendiğimiz gibi hemen atlıyoruz olaya. ‘Önemsiz, değersiz uzak tutmak istediğimiz kimseler için kullandığımız bir deyim diyoruz’ Uzaklaştırdıkça uzaklaştırıyoruz kendimizden.
Siz değersiz önemsiz diyorsunuz ya. Aslında istemeden nasıl da önemsiyorsunuz, bilmeden nasıl da değer veriyorsunuz. O anahtarlar, o kilitler, o mandallar bizim mahremimizi korumuyor mu? Aslında bizim en değerli, en kıymetli canımızı koruyan dış kapının mandalı değil mi? "Sen benim bütün mahremimin korumalısın demiş olmuyor muyuz?" diyerek bizi gezdiriyor da gezdiriyor. Kapıların desenlerinde, anahtarların hazinesinde…
Hadi bakalım geç kalmayın. Yarın dükkâna da beklerim yeğenlerimi deyip bizi yolcu ediyor, Hüseyin amca ve eşi.
Biz de artık ayaklarımız yerden kesilmiş bir şekilde uçarak arşınlıyoruz sokakları. Duygularımız şaşkın. İçimiz coşkun. Gözlerimiz gülümsüyor.
Kaldığımız konağın kapısına yaklaşıyoruz. Kelimelerimiz daha bir derinleşiyor. Oturuyoruz. Bir birimizin yaralarını bir sarıp bir kanatıyoruz. Bir yürütüp, bir soluk aldırıyor. bir susup, bir konuşuyoruz.
Zehra’m derinden bir iç çekiyor ve şu cümleler dökülüyor günün sonunda.
- “Sevcan abla biliyor musun bu Rabbimizin bize ikramıydı” diyor.
Bu ne hoş bir ikramdı temiz kalplim. Bu senin nasibindi.
Ne diyor İbrahim Çolak; “İnsan insana nimettir. Rabbimin bana nimet kıldığı dost ve sevdiklerimden razıyım. Rabbim cümlesini aziz ve mübarek kılsın”
Sevcan